Delhi’den Bhutan Havayolları’na ait küçük bir uçakla dış dünyadan uzak, kapılarını yabancılara uzun süre kapamış dingin yaşamı benimsemiş Himalaya krallığına doğru havalanıyoruz.
Daha uçaktayken Bhutanlıların kıyafetleri dikkatimizi çekiyor. Erkekler ipekli, el işi, kemerlerle bele bağlanan, kuzeyde “Kho”, güneyde ise “Boku” denilen kıyafetleri giyiyorlar. Kadınlar ise “Kira” denilen, bileklerine kadar inen kemerlerle süslenmiş ve omuzlara gömülmüş gümüş bir toka ile tutturulan yerel kıyafetlere bürünmüş.
Uçağımız Katmandu’da yolcu aldıktan sonra zirveleri karla örtülü Himalaya Sıradağları’na paralel uçuyor. Everest’in zirvesi tüm heybetiyle bize göz kırpıyor. İki dağın arasında yer alan Paro Havaalanı’na inmek gerçekten bir maharet istiyor. Paro, Bhutan’ın en geniş vadisi olduğu için havaalanı buraya inşa edilmiş; ama uçak o piste inene kadar heyecandan da ölüyoruz. Zaten cennet diyarlara zor ulaşılır.
Evet, artık Bhutan’dayız. Tibet, Hindistan, Hint ve Çin kültürü arasına sıkışmış, İsviçre büyüklüğünde bir krallık. Bu ülke her yıl kültürüne sahip çıkmak için imkânların el verdiği sayıda turist kabul ettiğinden, Bhutan’ı ziyaret etmek için çok önceden müracaat etmek zorunluluğu var. Ayrıca Bhutan’da kaldığınız her gün için verilen hizmetlere karşılık 200 dolar civarı bir ücret ödemek durumundasınız. Sırt çantalı ve cebinde fazla parası olmayan gezgine “gelme” diyorlar. Hele festival döneminde bu sevimli ülkeyi ziyaret etmek daha da zorlaşıyor.
Bhutan Havayolları dışındaki uçaklar inmediği için, bu ufak havaalanından ancak belirli sayıda sefer yapılıyor. Haziran ile eylül ayları arasında yağan muson yağmurları ve yoğun sis yüzünden bu seferler bile zaman zaman duruyormuş. Paro Vadisi’nde rakım tam 2200 metre.
Sanki bir film setindeyiz. İki yanımız uçsuz bucaksız vadiler ve dağ silsileleriyle çevrili. Sonra o süslü evler, sanki Ortaçağ’dan beri bizleri bekliyor. Burası tam bir “SinderPella ülkesi”. İngilizce yaygın olarak kullanıldığından lisan sıkıntısı çekmiyoruz. Elimde fotoğraf makinem, çılgınlar gibi deklanşöre basıyorum. Fotoğraf çekilmesine hiç ama hiç itiraz etmiyorlar. Bu ülkede hırs yok, ihtiras yok, öfke yok. Zaten hep kendi kendime sorardım; düşman kimdir? Kimin düşman olacağına kim karar verir? Nefret nedir? Niye nefret edilir?
Bhutan demek bence, ulu dağlar, yeşil vadiler, buğday ve pirinç tarlaları, stupalar, temiz akan dereler, çiçekler, çağıl çağıl nehirler, beyaz turnalar, zıplayan oğlaklar, gökyüzündeki yalnız kartal, kar leoparları, dağ köyleri, egzotik kuşlar, ayılar, Takin’ler, dua bayrakları, rengârenk açelyalar, güler yüz ve nezaket demektir.
Çin ile Hindistan medeniyetlerinin rüzgârı bu coğrafyada buluşuyor. Vadilerin sesi gök rengi ormanlarda, çiçeklerin senfonisi ise vadilerin labirentlerinde kayboluyor. Kurşuni renkli dereler söğütlerle çevrilmiş. Hava kirliliği yok. Böcek ilacı, sunî gübre yok, çirkin yapılaşma yok, vahşi bir bolluk var. Gülmeyen tek bir kişi yok. Zaten kral halkının gayri safi millî mutluluğun millî gelirinden daha önemli olduğunu sürekli gündeme getiriyor.
“Bhutan” Sözcüğü de Gizemli
Bhutan sözcüğünün kökeni konusundaki belirsizlik, bu ülkenin gizemli özelliğini tamamlıyor. Sanskritçe “Bhotant” Tibet’in sonu ve “Bhu Uttan” ise yüksek ülke demekmiş. Eski dönemlerde Budist din adamları Bhutan’ı “Mil Yol” yani “Güneyin Cenneti” olarak anarlarmış. Bhutanlılara göre ise Bhutan “Druk Ül”, yani “Gürleyen Ejderhaların Ülkesi” demek.
Bhutan’ın Coğrafyası, Kültürünü de Etkiliyor
Bulutlar üzerindeki bir krallık olarak tanımlanan Bhutan’ın kuzeyinde Tibet platosunun güneyini oluşturan Büyük Himalaya Sıradağları yer alıyor. Zirveleri karla örtülü bu dev dağların bir kısmına henüz ismi bile verilmemiş. Dağcılar henüz buralara ulaşamamış. Gangkar Punsum (Ruh kardeşleri beyaz Buzul) 7620 metre ile Bhutan’ın en yüksek tepesi. Haydi, sevgili kardeşim Nasuh Mahruki, sıra bu zirvede! Jomolhani (Tanrıçalar Evi) adlı dağ ise 7315 metre ile Tibet’in Chumhi Vadisi ile Bhutan arasındaki sınırı oluşturuyor.
Kuzeydeki buzulların yaz mevsiminde erimesi ile Bhutan’ın iki büyük ırmağı Mangde ve Khuru vadiler boyunca akarak, Hindistan düzlüklerindeki kutsal Brahmaputra Nehri’ne katılıyor. Bhutan dünyanın belki de en fazla su rezervine sahip ülkesi. Bu ırmaklar ve çağlar boyunca ısrarla yollarını açtıkları vadiler, bugün yaban hayatın ve biyolojik çeşitliliğin var olduğu Bhutan’ın kalbi sayılıyor. Himalayalar’ın içlerinde yüksek tepelerde rengârenk açelyalar, sık çam ormanları görülüyor. Köknar, mavi çam, selvi, ardıç ağaçları ilk göze çarpanlar.
Muntazam geometrik şekilleriyle birer tablo gibi dikkatle hazırlanmış taraçalarda mevsimine göre pirinç, buğday ve mısır ekiliyor. Tarlaların arasında parlak renkli sülünler, ardıç kuşları, Asya geyikleri, yabandomuzları ve 3000 metrede yaşayabilen yaklar (dişisine “nak” denilmekte) dolaşıyor.
Bhutan ormanlarında sık rastlanan ayıların saldırısı sonucu ölenlerin sayısının, trafik kazalarında ölenlerden çok daha fazla olduğu söyleniyor. Ayılar zaman zaman aç kalınca evlerin çöplerini karıştırıyormuş. Birçok köylünün gördüğünü iddia ettiği “efsanevi kar adam” yani “Yeti”, bu ülkenin masallarının ana konusu olmuş. Hatta Bhutan hükümeti, “Yeti” anısına pul bile bastırmış.
Bhutan’ın güneyi ise, kuzeye göre tamamen farklı. İklim tropikal. Burada vahşi orkideler, tropikal ağaçlarlardan aşağıya sallanıyor. Manas Irmağı’nın yakınında kurulan Manas Manastırı, göçmen kuşların uğrak yeri.
Himalayalar’ın renkli coğrafyası sanatına da yansımış. Vadilerin yeşilini, ırmak ve göklerin mavisini, rengârenk bitki örtüsünü duvar resimlerinde, dini işlemelerde ve süslemelerde görmek mümkün.
Budizm’de renkler çok önemlidir. Çünkü renklerin “Nirvana”ya ulaşmakta bir araç olduğu düşünülmektedir. Renkler, omuzlara atılan atkılarda da ön plana çıkmaktadır. Kral ile dinî lider olan Je Khenpu safran sarısı, bakanlar ve milletvekilleri portakal, devlet memurları ile papazlar kırmızı, halk ise beyaz atkı takmakta. Kapılarında, süslemelerinde, kitap ciltlerinde hep bu beş rengi göreceksiniz. Beyaz, bulut ile saflığı; mavi, cenneti; kırmızı, ateşi; sarı, yer küreyi; yeşil ise doğayı simgelemekte.
Thiumphu’ya Doğru
Paro’dan, başkent Thimphu’ya doğru yola çıkıyoruz. Önümüzde 65 kilometrelik bir yol var.
Yol boyunca her yerde dua bayrakları dalgalanıyor. Tepelerde, manastırların çatılarında, resmî binalarda, yol kenarlarında, mabetlerde… Şiddetli rüzgâr, iyi dilekleri en ücra noktalara kadar taşıyor. Sanki yeni bir Avatar filmi çekiliyor.
Tüm yapılar doğa ile uyumlu. Mimaride ahşap taş, kil ve tuğla kullanılmış. Zaten “gürleyen ejderhalar” ülkesinde dört kattan daha yüksek ve geleneksel mimariye uygun olmayan yapılara, Türkiye’de olduğu gibi rüşvetle, politik baskılarla veya bakanlar kurulu kararıyla katiyen izin verilmiyor. Himalayalar’ın şiddetli rüzgârlarına dayansın diye bu evlerin çatılarına iri iri taşlar yerleştirilmiş. Dağların üstü manastırlarla dolu. Oralara nasıl bina inşa etmişler, insan şaşırıyor.
Bhutan’da Budizm
Bhutan’da din ve devlet işleri XIX. yüzyılın başından beri ayrı yürütülse de, bugün bile Budizm’in ülkede çok güçlü bir etkisi var. Ülkenin en yüksek Lama’sı Je Khenpol (Gundeng Yeshey Rinchen), 1990 yılında yatağında lotus pozisyonunda ölü bulunmuş. Lama’nın cesedi bozulmadan kendi kendine mumyalanmaya başlayınca naaşı yakılmadan saklanmış ve bugün bu mumya kutsal kabul ediliyor.
Lama ve cemaati yılın kışa rastlayan altı ayını eski başkent Punakha’da geçiriyor. Burada bulunan Dzong 1637 yılında inşa edilmiş. Dzong Bhutan’a has beyaz bir yapı. Zamanında kale olarak düşünülmüş. Bugün idarî ve dinî işler bu merkezden yürütülüyor. Ülkenin üçüncü kralı Jigme Dorji Wangchuck 1952 yılında ilk millî meclisi Punakha’da toplamış.
Ülkede 15 bin rahibin bulunması, sanırım Budizm’in bu küçük ülkenin yaşantısındaki yeri konusunda size bir fikir verecektir. Bhutan’da Budizm’in Prukpa mezhebinin etkisini toplumsal yaşamdan söküp atmak mümkün değil. Papazların toplum içinde saygın bir konumu var. Eskiden zorunlu olarak her aile ikinci erkek çocuğunu sekiz yaşlarında manastıra teslim edermiş. Çocuk ömür boyu bu manastıra bağlanırmış ve tabii evlenemezmiş de!
Manastırdaki bu çocukları senede sadece iki ay tatil sırasında ailelerinin yanına gönderiyorlarmış. Eğer çocuk herhangi bir nedenle manastırdan ayrılmak isterse, 300 dolar kadar bir para cezasının devlete ödenmesi gerekiyor. Kısacası, tahmin edeceğimiz gibi manastırlarda fakir ailelerin çocukları barınıyor. Zenginler ise çocuklarını okutuyor. Sırf kız çocuklarının bulunduğu manastırlar da var.
Thimphu’da gezdiğimiz Drubthop Manastırı’nda sırf rahibeler bulunuyordu. Tüm kız çocuklarının saçları kısa olduğu için biz onları da erkek çocukları sandık.
Ejderhalar Ülkesinin Başkenti: Thimphu
1955 yılında Wang Chu Irmağı’nın bereketli vadisinde kurulan Thimphu’da insanın göz zevkini bozan bir yapıya kesinlikle müsaade edilmemiş. Karın nadiren yağdığı kentte hava kirliliğini önlemek için sekiz yaşına gelen aracı, bir yenisiyle değiştirme zorunluluğu konmuş. Darısı Türkiye’nin başına. Memleketimizde trafikte halen eski araçlar seyrediyor, bir de üstüne üstlük teşvik edilircesine, kentin havasını kirleten, sağlığımızı tehlikeye atan bu eski araçların sahipleri “daha az taşıt vergisi” ödüyorlar.
“River View” isimli otelimizin odalarından, nehrin diğer yakasında yer alan başkenti seyretmek mümkün. Gece otel odalarımızda üşüyoruz. Elektrikli ısıtıcı kendini zor ısıtıyor. İster istemez “Acaba halk kışın ne yapıyor?” diye rehberimize soruyorum. Bhutan’ın 2/3’ü ormanla kaplı olmasına rağmen Nepal’in düştüğü hatayı tekrarlamak istemeyen kral, artık komşu ülkelere kereste ihracatını ve evlerde odun yakılmasını yasaklamış. Bu dağlık ülkede bol bulunan su enerjisinden temin edilen ve ucuz olan elektrik, ısınmada kullanılmak üzere teşvik ediliyor.
Başkentten beş kilometre uzaklıktaki Thimphu Vadisi’nde 1629 yılında gene Budizm’in bu ülkede yayılmasında büyük rol oynayan uzun sakalı ile tanınan Shabdrung Ngawang Namgyal’ın yaptırdığı, Simtukha Dzong isimli Bhutan’ın en eski kale-manastırı bulunmakta. Bugün burası dinî eğitim veren bir okul olarak kullanılıyor.
“Takin” olarak adlandırılan bu bölgeye has iri bir ceylan, buzağı veya keçi görünümündeki kendinden emin, vakur hayvanları, güzel kokulu ve bol oksijenli çam ormanlarının içinden geçip, yüksek tel örgülerle örülü bir bölüm içinde inceliyoruz. Kralın özel koruma altına aldığı bu hayvanların soyunu kurtlar ve diğer vahşi hayvanlar tüketiyormuş.
Millî Kütüphane (National Library), kendine özgü yapısı ve mimarisi ile ilginç bir görünüme sahip. Manastırlarda çocukların elinde gördüğümüz el yazması dua kitapları burada özel torbalarda saklanıyor. Dar koridorları ve perdeleri aşıp kütüphane müdürünün odasına giriyoruz. Kendilerine editörü olduğum “Coal” isimli İngilizce hazırlanmış kitabımı hediye ediyorum. Yerel kıyafetler giymiş olan şişman ve sempatik müdür, ilk kez Türkiye’den bir kitapları olacağı için heyecanlandığını söylüyor.
Daha sonra Bhutan Radyosu’na konuk oluyorum. Yirmi dakika süren program sırasında Bhutan hakkındaki düşüncelerim, İstanbul’daki yaşantım, çevre ve kültür hakkındaki soruları yanıtlıyorum.
“Dazing” diye isimlendirilen, bodur bir ağacın kabuğunun ıslatılarak liflerinden hafif sarımtırak özel kâğıtların yapıldığı ufak bir tesisi geziyoruz. Kâğıt, Japon zamkı ile karıştırılıp bir hamur haline gelince tabaka tabaka ayrılarak elektrikli metal plakalar üzerinde kurutuluyor. Bu kâğıt üzerine elle yapılan zarflar, yılbaşı tebrikleri ve gravürler turistlere satılmakta. Ama nedense Bhutan’da turistlere yönelik hediyelik eşyaların fiyatları çok yüksek!
Bir ara “pazar yerine” uğramayı da ihmal etmiyoruz. Burada pirincin çok çeşidi, meyveler, sebzeler, baharat, peynir, Şamanizm’in bir uzantısı olup festivallerde kullanılan maskeler, dua dolapları ve çeşit çeşit giysiler satılıyor.
Paro Vadisi
Paro, Tibet’e açılan ticaret yolu olduğu için Bhutan tarihinde hep önemli rol oynamış. Bize Ortaçağ filmlerini hatırlatan o güzel evler vadi boyunca sıralanmış.
Otelimizi seviyoruz. Büyük bir bahçenin içinde yerleşim birimleri yapmışlar. Odalar geniş, rahat ve daha önemlisi “sıcak”. Akşam yemeklerimizi şömine ateşi eşliğinde sanki evimizdeymiş gibi yiyoruz.
Paro Vadisi her türlü sürprize açık. Renklerin ahengi, evlerin güzelliği karşısında insan şaşırıyor. VIII. yüzyıldan kalan ve Bhutan’ın en eski iki manastırından biri olan Kiychu Manastırı’nı gezerken mumlarla dolu mistik bir oda, beyaz köpeğine sevgiyle sarılan bir Budist rahip, çiçek kokan sevimli bir avlu, yer döşemeleri, oturan buda heykeli bizi büyülüyor.
XVII. gözetleme kulesini ulusal müzeye (national museum) dönüştürülünce, oldukça ilginç bir yapı ortaya çıkmış. Dar koridorlar, merdivenler, kutular içinde teşhir edilen Thankha tabloları, tekstiller, silahlar, pullar ve mücevherler ve iç mimarisi gerçekten görülmeye değer. Hele yarı kıymetli taşlarla bezenmiş o muhteşem yaşam ağacının bulunduğu odacık hepsinden daha ilginç geldi bize.
Paro Dzong, (Rinpong Dzong) başkent Thimphu’ya taşınmadan önce parlamento binası olarak kullanılmış. İçindeki manastırı ziyaret etmek kutsal bir görev olarak kabul ediliyor. Tashi Tagye denilen uğurlu işaretleri sadece Dzong’ların girişinde değil, evlerin kapı ve pencerelerinde bile görüyorsunuz. Paro Dzong’dan vadiye doğru yürüyoruz, tarihî ahşap köprüden geçince kendimizi Paro kasabasının tipik ve sevimli ana caddesinde buluyoruz.
Paro’da sigara satışı yasaklanmış. Ne güzel, ne mutlu. Yasağa karşı bir tutku vardır ya! El altından yine de gizli sigara temin ediliyormuş.
Kartal’ın yuvası olarak anılan ve Bhutan’ın simgesi sayılan Taktsang Manastırı adeta bir dekor gibi kayalıklara iliştirilmiş. Sanki özel olarak kılıç ustasının kendini bir uçurumdan aşağı bıraktığı “Kaptan ve Ejderha” filmi için inşa edilmiş, her türlü yerçekimi kanunlarına meydan okuyor. Efsaneye göre burayı Tibet Budizm’inin babası sayılan Guru Rinpoche kurmuş. Bugünden 1200 yıl önce bir dişi kaplan sırtında Himalayalar’dan uçarak buraya gelmiş. Taktsang Manastırı’na çıkmayı başaranların günahları silinirmiş. Buraya yayan ulaşmak ortalama üç saat sürüyor. Yağışlı olmayan günlerde katırlarla bu yolun 2/3’ünü çıkmak mümkün. Ama dönüşte yürümek zorundasınız. Ara yolda da Paro Vadisi’ne bakan güzel bir kahvesi var.
Vakit ayırıp Paro kent merkezine çok yakın olan Choeding Mabedi’ni de gezin.
Yol üstünde üç katlı bir çiftlik evini ziyaret ediyoruz. Alt kat ahır. Üst katlarda ise oturma birimleri var. Merdivenleri sahiden ilginç. Ancak Budistler kendi ruhlarını temizlemeye çalışırken evlerinin temizliğine pek vakit ayıramamış gibi geldi bize. Her evin içinde bir dua köşesi yer alıyor.
Artık Hindistan’a geri dönme zamanı geldi. Bu kısa yolculuk için 335 dolar vererek, belki de dünyanın “kilometre başına” en pahalı uçuşunu gerçekleştirmek üzere Bhutan Havayollarının uçağına yerleşiyoruz. Yanımda dört kraliçenin erkek kardeşi ile ortak olarak Bhutan’da yol inşaatı yapan bir İngiliz oturuyor. Bhutan ve kraliyet ailesi hakkında sohbetimiz koyulaşıyor.
Uçağımızın kısa bir süre için uğradığı Nepal’in başkenti Katmandu’nun birer beton yığını olan evlerini görünce Bhutan’ın kıymetini daha fazla idrak ediyoruz. Sanırım ülkemize döndükten bir süre sonra Bhutan’da doğa ile iç içe bir çağ öncesini yaşadığımız bu güzel günleri inanın daha da iyi değerlendireceğiz. Seyahat sonunda kararımı verdim. Gördüğüm 226 ülke arasında galiba ben en fazla burayı sevip, takdir ediyorum.
Lao Tse uykusunda kendisini kelebek gibi uçuyor ve kelebek gibi hafif hissediyormuş. Ama uyandığında bir türlü karar verememiş. Rüyasında kelebek olduğunu gören bir insan mıydı, yoksa insan olduğunu sanan bir kelebek mi? Ben de rüya ülke Bhutan’dan ayrılınca aynı karmaşık duygular içinde yüzdüm durdum.
Hazırlayan: Prof. Dr. Orhan KURALGezginer Kulübü Kurucu Başkanı